parallax background

KİTAPTAN ALINTILAR

DELİKANLI GENÇLERLE SÖYLEŞİ
7 Mayıs 2014
DELİKANLI GENÇLERE KABADAYILIĞIN TARİFİ(2)
15 Ocak 2020

KİTAPTAN ALINTILAR

 
T uvalet olduğu belli olan yere gittiğimde burasının da tıkanmış olduğu için pislik içinde olduğunu görmeme rağmen, bir ufak su da ben dökmek mecburiyetinde olduğum için yaptım ve çıktım. Oturulacak kanepelerin dahi oturulacak yerine oturmuyorlar da sırt dayanan yerine oturup esas oturulacak yerlere de ayakları ile basıyorlar. Bu sıkıcı yerde herkesin sinirli sinirli gidip gelmeleri benim de sinirlerimi bozdu ise de beklemekten başka çaremin olmadığını iyi biliyorum. İki saatten fazla kaldığım bu yerde, jandarmaların bizleri ikişer ikişer dışarı çıkartıp kelepçelemelerinden sonra en son beni de alarak, kelepçe vurmadan, dışarıda bekleyen otobüs gibi büyük bir vasıtaya koydular. Her tarafı kapalı olan, bu otobüse benzeyen vasıtanın, ufacık, her iki yanında olan penceremsi yerinden bakmak için birbirlerine sokulan abilerin halleri bana bir tuhaf geldi.

On-on beş dakika sonra duran bu vasıtadan bizi indirdiklerinde, kapısında Ankara Cebeci Cezaevi yazan büyük demir kapısından içeri sokan jandarmalar gardiyanlara bizleri sayarak teslim ettikten sonra, bizleri teslim alan gardiyanlar beni en sona bırakıp, benimle gelen abilerin üzerini arayarak içeri gönderiyorlardı. Herkesi gönderdikten sonra, beni Müdüriyet yazan binadan içeri soktular. Burada isim, soy adı ve de künyemi söylettirdikten sonra cezaevinde tanıdığım olup olmadığını sormalarına, “Hayır hiçbir tanıdığım yok” demem üzerine, beni alarak biraz yürüdükten sonra, üzerinde Dördüncü Koğuş yazan demir kapılı bir bahçe kapısını açan başka bir gardiyan, beni getiren gardiyanla birlikte içeri girdik. Burası genişçe bir bahçe olan yerde gözüme çalınan çocukların ekseriyeti aynen ben emsal olmaları bir noktada içimi rahatlattı. Zaten benim içeri girdiğimi gören çocuklar, merak ettiklerinden olsa gerek ki koşarak yanımıza geldiler. Bana geçmiş olsun demelerini “Sağ ol”la cevaplıyordum ama gardiyan benim önümden yürüdüğü için mecburen onu takip ettim. İkinci bir demir kapı olan açık kapıdan içeri girdiğimizde büyük bir yer olan, hangara benzeyen bu yerin duvar kenarlarında altlı üstlü ranzalar gözüme takıldı. Bu ranzalarda oturan gençler merakla bize bakıyorlardı. Yanımdaki gardiyanın, “Ekip başı, buraya gelir misin” diye seslenmesi üzerine, uzun boylu, iri kıyım, on sekiz yaşlarında birisi geldi. “Bu çocuk sana emanet, bundan sen sorumlusun” demesine, yanımıza gelmekte olan diğer çocukların içinden bir ses, “O benim mahallemin çocuğudur, merak etmeyin” demesi üzerine sesin sahibine bakmamla, sanki dünyalar benim olmuşçasına sevindim. Çünkü bu sesin sahibi, bizim mahallemizde oturan Kazım abiydi.

Beni kalabalığın içinden alan Kazım abi kendi yatağına götürüp, evvela karnımın aç olup olmadığını sordu. Oysa karnım açlıktan zil çalıyordu. Onun için de aç olduğumu söylemem üzerine, yanındaki bir çocuğa yumurta pişirmesini söylemesi ve o çocuğun da “Hemen abi” diyerek gitmesi dikkatimi çekti. Üzerimdeki çamaşırların temiz olup olmadığını soran Kazım abiye temiz olduğunu söylemem üzerine, bir başka çocuğa emir vererek, bana bir boş ranza ayarlamasını söyledi. Peşinden de beni merak edip başıma biriken çocuklara çıkışarak, “Çekilin Çiçi’nin başından, o benim kardeşimdir” demesiyle, bir anda ismim çocuklar tarafından ismim çocuklar tarafından Çiçi olarak bilindi. İçlerinden bu ismi yadırgayıp gülenler de olduysa da Kazım abinin ikazından sonra hepsi de başımdan gittiler. Getirilen yumurtayı yerken etrafımı kontrol ediyorum da, benden küçük veya ben yaşlarda başka çocuk göremiyorum. Karnımı sağanda yumurta ile doyurmuş olmam beni kendime getirmiş, bir de Kazım abi gibi tanıdık bir abiye burada rastlamam bütün korkularımı bertaraf etti. Çok geçmeden, “Herkes dışarı” demeleriyle koğuş denen bu hangar gibi yerdekiler bahçeye çıkıyorlardı. Kazım abinin beni de alarak dışarı çıkarken, “Çiçi, sakın burada herkesle samimi olma, kimsenin yatağına gitme, hele kapılar kapandıktan sonra yatağından aşağı inme” dedi. Kırk kişiye yakın olan koğuşun mahkumlarının hepsi de bahçede olduğundan bir anda şöyle bir göz gezdirince en büyük kimsenin on sekiz yaşından yukarı olmadığını görüyorum. Bunların içinde de en küçükleri olarak benden başka hiç kimsenin olmadığını görmem, Kazım abinin sözlerinin bu yüzden olduğunu anladım. Boşalan koğuşun kapı kenarlarına dikilen iki gardiyan, içeri tek tek giren çocukları sayarak, sayım yaptığını anladım. Sayımdan sonra gardiyanın koğuşun kapısından, “Hepinizi Allah kurtarsın” demesi de bir tuhafıma gitti. Demek ki bizlerin kurtulması Allah’a mı kaldı diye geçirdim içimden. Koğuşun çift kanatlı demir kapısı, şangırdayarak üzerimize kapandıktan sonra, koğuşun içinde bir kargaşa ve de yemek telaşı başlaması üzerine, Kazım abinin ortaya çıkarak, “Sessiz olun çocuklar, nedir bu telaşınız?” demesiyle hemen sesler kesildi. Herkes yiyecek neyi varsa ortadaki büyük masaya hazırlamaya başladı. Burada Kazım abi koğuşta nizam ve intizamı sağlamakla yükümlü bir görevi olduğunu anlamamla birlikte herkesin de ondan çekindiğini de görüyorum. Kazım abiyi, bizim mahalleden iyi tanıdığımın haricinde, babamın köfte tezgahına da arkadaşlarıyla gelip içki içtiklerinden de biliyorum. Zaten mahallede pek durmayan bu abiyi de, bizim mahallenin çocukları da aynen beni sevmedikleri gibi Kazım abiyi de pek sevmezlerdi. Bu yüzden de mahalleyle pek ilgisi olmazdı. Çünkü Kazım abiler de bizim gibi fakir kimselerdi. Annesi benim annemle iyi arkadaş olduklarından biliyorum. Kazım abinin gayretleriyle üst tarafta boş bir ranzaya, yatağa benzer bir şeyler serdirerek, benim yatabileceğim bir yer hazırlattırmış, bana da, “Senin yerin bundan sonra burası. Yemek saatlerinde benim ranzanın oraya gelirsin, diğer zamanlarını yatağından aşağı inmeden burada geçirirsin. Ben sana okuyabileceğin kitap veya gazete de verdiririm” dedi. Zaruri ihtiyaçlarımın dışında iki gün hiç yatağımdan inmeden, Kazım abinin getirdiği romanı okumakla vaktimin nasıl geçtiğini anlayamadım. Mike Hammer’ın İz Peşinde isimli bu romanı okuduktan sonra peşinden Pardanyaların roman serisini getirmesi, beni çocuk gibi sevindirmişti. Zira ilk defa roman okumak bayağı hoşuma gitti. Üçüncü günü ismim okunarak, bana yatak ve yorgan gelmesi tuhafıma gitti. Benim burada olduğumu evim nereden öğrenmiş olabilir, düşüncesi kafamı kurcaladı. Yataklarımı ranzaya sererken Kazım abinin, “Ben annemle size haber yolladım” demesinden, anlamıştım evimin nereden duyduğunu. Şimdi babam kim bilir nasıl üzülüyordur.Hapishaneye düşerek mimlendim de. Ben bundan sonra onların yüzüne nasıl bakabilirim? Dedemin sözleri aklıma geliyor da içimden onun haklı olduğunu düşünüyorsam da Aysel ablanın, kocasına, “Bu çocuk bambaşka bir çocuk Hasan. İyi yetiştirilirse çok özel bir delikanlı olur” dememiş miydi? Üstelik Aysel abla tahsilliydi de, herkesten daha akıllı düşünürdü. Ah Aysel abla ah, nerede olduğunu bilebilseydim, şimdi başıma böyle işler gelmez, bir de alnıma bu yaşta sabıka damgası yemezdim.

Koğuşta herkes bana karşı iyi ve sevecen davranıyor. Bunda Kazım abinin bana olan yakınlığının da rolü var tabii. Ben de onun sözlerinden çıkmayarak, oturmamı ve de kalkmamı kontrol ederek, yatağımdan lüzumsuz yere inmiyor, mizacen de ağırbaşlı olmam herkes tarafından takdir edildiğim gibi sevilmemi de sağlıyor. Günler geçtikçe bazı sahipsiz ve de şımarık çocuklara nasıl davrandıklarını ve onları bir hizmetçi gibi kullanmanın ötesinde de kullanmak istediklerini çıkan kavgalardan anlıyorum. Bu gibi durumlara müsaade etmek istemeyen Kazım abi ortaya çıkarak, “Buraya düşen bu çocuklar, bizim kardeşimiz olur. Onlara kötülük yapmaya kalkan karşısında beni bulur” gibi konuşmalarını takdirle karşılarım. Koğuşun dip tarafının sağında köylü çocukları grup halinde yatıyorlar. Onun karşısına düşen sol tarafında da, ekip başı olan Ayı Nurettin isminde, irikıyım, koğuştan mesul adam ile Kazım abiler yatıyorlar. Kazım abi de ekip başının yardımcısı ise de koğuşun her şeyiyle ilgileniyor. Gördüğüm kadarıyla köylü tarafıyla hiç geçinemeyen Kazım abiler, buraya düşmüş sahipsiz çocukları köylülerden korumak için şehir çocuklarına sahip çıkıyor. Bu yüzden de bazen tatsız olaylar oluyorsa da, Ayı Nurettin’den çekindikleri için olay kapanıyor. Ziyaret günü annemin gelmesi ve bana ziyaret yerinde yapmadığını bırakmaması, etrafımdaki görüşen çocuklardan utandığım için anneme, “Git, bir daha beni arama” diyerek, onu ziyaret yerinde bırakıp, ağlayarak koğuşa doğru gidiyordum ki bir gardiyanın, “Seni baş gardiyan istiyor” demesi üzerine, beni revirin bahçesinde oturan baş gardiyan Yaşar efendinin yanına getirdiler. Göz yaşlarımı silip yanına dikildiğimde: Sana koğuşta takılan veya kötülük yapmak isteyen var mı?
Hayır efendim.
Peki koğuşta kumar oynayan, çocuklara sarkıntılık yapan var mı?
Ben böyle bir şeyler görmedim efendim.
Peki, şayet böyle bir şeyler görürsen doğrudan doğruya gelip bana bildireceksin.
demesine bir anda canım sıkıldı ise de, kendisine belli etmeden “Olur efendim” dedim. O da bana, “Gidebilirsin” demesiyle koğuşun yolunu tuttum. Yanıma gelen Kazım abiyle koğuşa gelirken baş gardiyanın bana söylediklerini kendisine anlattığımda; Çiçi, seni küçük gördüklerinden dolayı sana ispiyonculuk teklif ediyorlar. Sen sen ol, sakın onlara aldanıp da ispiyonculuk yapmayasın. Burada her zaman ben olmam. Dünyada en kötü bir şeyin ispiyonculuk olduğunu sana söylemeyi bir abi olarak boynumun borcu bilirim. İspiyonculuğun ibnelikten daha adi bir şey olduğunu sakın unutma. İspiyoncu kimseyi hiç kimse sevmez. Sopaların altına da yatırsalar yine de dayanacaksın, ama hiç kimseyi ispiyonlamayacaksın. Çünkü sopaların acıları geçer gider, ama ispiyon lekesi, aynı ibnelik gibi yapışkan olup hiç geçmez. Koğuşta böyle hataya düşen çocuklar olmuş. Ben yokken o çocukların ırzına geçmişler. Şu anda o çocukları sen de görüyorsun. Önüne gelen iteleyip kakıyor ve de karı gibi hizmet yaptırıyorlar. Bir de ben olmasam, onları karı gibi kullanarak her gün birisi koynuna alır.

 


  KİTAPTAN ALINTILAR 2


O
radan çıkıp Anafartalar Karakolu’nun oradaki iki büyük kahveye daha girdim. Elimde sekiz tane gazete kalmış olarak, Milli Piyango bayisi olan mavi gişenin köşesine dikildim. Üç yol ağzı olan bu yerin kaldırımlarından bir sürü adam geçiyor. Hep de kelli felli kimseler olduğundan, “Yazıyor! Cinayeti yazıyor!” diye bağırmam nazarı dikkatlerini çektiğinden gayri ihtiyari alıyorlar.
İki saate yakın bir zamanda, akşamın kuru ayazı başlamadan elli gazeteyi satmış olmamın sevinci ile eve geldim ama babamın hastanede olması içimi yakıyor. Çalışarak kazandığım ilk günümün kârını anneme, sanki büyük bir adam olmuşum gibi verince sevinç ışıltılarıyla gözlerimin içine bakarak, “Oğlum sen de olmasaydın biz ne yapardık? Evimiz de sıcacık oturuyoruz. Şimdi de ekmek parası kazanıp getirdin. Demek ki aç kalmayız da ev sahibi yine kapıya gelip tembihte bulundu. Bu aybaşı üç aylığı vermemizi söyledi. Vermezseniz polis yoluyla attırırım sizi dedi. Biz bu kışta kıyamette nerelere gideriz?” dedi.
İçime bir de ev sahibinin derdi çöreklendi. Anamın önüme koyduğu un köftesi yemeğinden biraz yedim ve hemen kalkıp dükkana gittim ki, babamın yerine yardımcı olayım. Dükkana yanaştığımda, camda bir kağıda ‘Satılık dükkan’ diye yazıp yapıştırmış Ahmet abi. İçeride ise her günkü gibi esnaflar içiyorlar. Beni görmeleriyle üzüntülerini belli eden sözler söyleyip, “Yakında baban iyi olur, merak edilecek bir şeyi yokmuş, Ahmet amcan söyledi bize” diyerek beni teselli edici sözler söyleyip yeniden kendi muhabbetlerine daldılar.
Babamın olmadığı bu dükkan bana bir noktada anlamsız geldi. Bir de satılık kağıdının asılması üzerine içim bir tuhaf olarak bir fırsatını bulup oradan usulca çıktım dışarıya. Vaktin de biraz geç olmasından, kuru ayaz kulaklarımı inceden sızlatıyor. Bu yüzden de canım istemese de eve geldim.
Sabahın erken saatinde Turangil camın önünde beklerken dün sabahleyin yaptığımız kavgayı hatırlayıp, ya Ayı Dursun bu gün de gelirse diye geçirdim içimden. Dün onları kötü yapmıştık, bunun intikamını almaya geleceğini söylemesi içime bir korkunun girmesine sebep oldu. Cama kafamı dayayarak böyle şeyleri düşünürken aklıma, babamın yanında çalışırken, kavga yapanların polisleri görmesiyle korkudan bıçağını atanlardan bulduğum bir kamayı hatırlayınca, hemen koyduğum yere gidip baktığımda kınıyla aynı yerinde duruyordu. Tam da bana göre diye geçirdim içimden. Elimde evirdim çevirdim, konuşmalardan duyduğum kullanma ve tutma usullerini sofada denedim. Gelecekleri varsa görecekleri de olur diyerek, bıçağı eski paltomun cebine koydum.
Dünkü kavgada ben olmasaydım Turan’ı da, Anton’u da bir güzel benzetirlerdi. Taş ile yaptığım hücum Dursun’un yanındaki çocukları yıldırdı da kaçtılar. Yoksa beş kişilerdi ki Turan ile Anton’u perişan ederlerdi.
Çok geçmeden camdan gördüğüm Turanların yanına tenekemi alıp indim. Yolda giderken Anton’un tenekesinde tıkır tıkır sesler duyunca nedir diye baktım. İki tane kalın sopayı görünce, onların da benim gibi Dursun’un gelmesinden korktuklarını anladım. Bense bıçak aldığımı söylemedim. Yolda Turan, “Bugün Dursunlar mutlaka gelirler. Onların derdi bizi bu çöplükten kaçırmak. Çünkü en iyi kömürü bizim burası veriyor. Bunun kavgalarını geçen sene de yaptık Çiçi. Dün de gördün, sen olmasaydın bizi kötü yaparlardı. Onun için bu gün çok dikkatli olmamız lazım. Yine sen taşlarla hazır bekle, solaklama attığında vuruyorsun. Boruların oraya yığarsın taşı, onları yanımıza yanaştırmayız. Biz de sopalarla yanaşana vururuz” dedi.
Geldiğimiz yerde boruların önüne her günkü gibi ateşi yakıp aldığımız ekmeği bölüşerek yedik. Biraz sonra da Turan ile Anton gittiler tenekeleri getirmeye. Bana da, “Sen kömürleri seçme, hepsini dökelim birlikte yaparız” dediler. Onların böyle demesi canıma minnet oldu, aslında sevmiyorum böyle işleri, hele dünkü hırsızlama kömür işi kafama hiç yatmadı. Ama ne yapayım, mecbur onlara uymam gerekiyor. Hele bugünden sonra babam da yok, tamamen evimin yükü benim omuzlarıma bindi. Babam yine de ufaktan da olsa, evin ekmeği ile yemekliğini temin edecek parayı bırakıyordu diye, kendi kendime sırtım boruya dayalı içimden konuşuyordum. Nereden geldiğini fark edemediğim bir ağırlık birden tepeme bindi ve bana vurmaya başladı. Bir yandan da, “Hadi arkadaşların seni kurtarsın. Atsana dünkü gibi taşları” diyerek beni altına almış, boşluk yerimi buldukça vuran Dursun’u Kürt şivesiyle konuşmasından anladım. Onun altında iki büklüm olup ekseriyetle yüzümü yumruklardan korumaya çalışıyor, bir yandan da elimi paltomun cebindeki bıçağı çıkarmaya götürüyorum.
Dursun’un arkadaşları da Turangili teneke getirirken avlamışlardı. Meydanda kıyasıya kavga devam ediyor, küfürlerle bağrışmalar sabahın sessizliğinden ortalığı telaşa verdiğini, Dursun’un altında da olsa fark edebiliyorum. Bıçağı cebimden almaya muvaffak olup kınını da çıkardıktan sonra elimin yetişebildiği yer olan bacağına soktum. Birden bide beni bir feryatla bırakan Dursun’a öyle sinirlenmiştim ki, onun “beni bıçakladı” diyerekten bıçağı yediği yere bakmasına aldırmadan, “Seni anasını bilmemne yaptığımın ayısı” diyerek bir bıçak da kıçına salladım. Korkudan kolunu uzatınca bıçak koluna girdi. Baktı ki hiç şakam yok, başladı kaçmaya, ben de Turangilin yardımına gideyim dedim ama, Dursun’un, “kaçın lan, beni bıçakladı, elinde bıçak var” diye bağırması üzerine, Turan ile Anton’u dövmeye çalışan ikişer kişi panikledi ve kaçmaya başladılar. Turan ile Anton da arkalarından küfürlerle taş atıyorlardı. Yine apartmanlardan bizleri huzursuz olmuş vaziyette seyreden apartman sakinleri, “Bunları buraya sokmamak lazım. Pis serseriler, her gün her gün olur mu böyle kavgalar? Birbirleri arasında bir çöplüğü paylaşamadılar gitti” diyerek komşusu ile konuşuyorlar. Bir diğeri de, “Polisi aradım şekerim, gelsinler, bu yeri serserilerden temizlesinler” diyordu.
Bu konuşmaları duymamızla hemen tenekeleri alıp bir alt sokağın kuytu yerine gelip, tenekelerimizi saklayıp, çöplüğün orayı kollamaya başladık ki, dökülen küllerdeki kömürleri birileri gelip toplamasın diye. Bir de polisler geldiğinde bizi görmemeleri için pür dikkat etrafı kolluyoruz.
Çok geçmeden gerçekten de polisler gelmez mi! Apartmanların pencerelerinden polislere şikayetlerini bildiren kadınlara küfürler ederek, oradan korkarak kaçtık. Bir şeye yanıyorum da, küllerdeki kömürleri toplamadan orayı terk ettiğime yanıyorum. Ama ne fark ederdi ki, Dursun denen ayı, bu sefer de kömürleri toplarken üzerime çullanacaktı, nasıl da boruların üzerinden gelmişti. Hiç de o taraftan geleceğini düşünememiştim.
Korkumuzdan çaresiz oradan ayrıldık. Bugün kömür arabalarına da gitmemeyi kararlaştırdık. Böyle olunca da, hayal ettiğim yüz elli kuruş veya iki liradan olmakla kalmadı, bir teneke kömürden de olmuştum. Çaresiz evlerimize gittik.
Boş geldiğimi gören anneme, olanları anlatmadan, polislerin oraya gelip bizi kovaladığını söyleyince, öylesine üzüldü ki, ben ne bok yiyeceğim şimdi demeye başladı. Ben de, “Yarın düzelir anne, bugün için kömürün var, yarın da polis gelecek değil ya” diyerek onu teselliye uğraşıyordum ki, annem yerinden aceleyle kalkıp, baş örtüsünü düzelttikten sonra, sırtına yıllardır eskitemediği mantosunu giyip, beni de yanına alarak, evimizin bitişiğinde olup da, kapısı arka sokakta olan muhtar Makbule teyzenin kapısını çaldı.
Bizi soğuk karşılayan muhtar teyzenin ne istediğimizi sorduğu annem, “Makbule abla, durumumuz çok kötü, kocamı hastaneye yatırdık, hiçbir yerden en ufak bir gelirimiz yok. Evimizde ekmeğimiz bile yok. Bize yardım edecek bir devlet kapısı yok mu? Bize yardımcı olsalar, biz de bu vatanın insanlarıyız” dedi. Alay edercesine bizi süzen muhtar teyze, “Memleketin her tarafında sizin gibi ipini kopararak gelmiş ailelerle dolu. Fakir devlet hangi birisine yardım edecek? Geçinemiyorsanız gidin köyünüze!” dedi ve kapıyı yüzümüze kapattı. Oysa kaç yıllardır bitişikte komşuyduk. Gerçi bizlerle konuşmaya tenezzül etmezdi ama, yine de zararsız bir aile olduğumuzu bilirdi.
Anamın bir umutla giderek, oradan da aşağılanmış bir vaziyette, yüzüne kapanan kapı, çok zoruna gitti ki, hıçkırarak ağlamaya başladı. Bense canımın sıkıntısından, camdan, hafif hafif yağan karları seyrediyorum. Kafamdan, ne yaparım da aileme yardımcı olurum diye düşünüyorum. Bir yandan da muhtar denen cadı kadına içerliyorum. Babam da hiç sevmezdi bu pis muhtar karıyı, bize, kütüğümüz yok diye kömür karnesi bile vermemişti, ama kerhaneye veriyormuş.
Dükkana gittim, kapalıydı. Satılık kağıdının altında, ‘Müracaat yandaki bakkal’ yazılı kağıda baktım. Dünkü kağıdın yerine bunu yazıp koymuş diye düşündüm. Oysa dükkanın satılması için kimlere söylemediler ki, ama hiç de alıcı çıkmadı.
Turan ile Anton’un gelip beni almasıyla sinemaya gittik. Oradan çıkıp, yine sıcak bir ekmek alıp yiyerek matbaaya doğru gidiyoruz. Sabahki kavgada Dursun’u bıçakladığımdan dolayı bana karşı ikisinde de bir değişme görüyorum. Bir gün evvelki kavgada onları taşla kaçırmamdan dolayı da beni överek, sanki bir kahramanmışım gibi davranmaları beni biraz utandırıyorsa da, içten içe gururumu okşuyor.
Geldiğimiz matbaada sıraya girip beklemeden sonra, gazetelerimizi alıp, baş sayfalarda cinayet yazıp yazmadığına bakıyoruz ki, en önemli haber cinayet haberi. Ama ne yazık ki öyle bir şey göremeyince, biraz üzülerek caddeye çıkıp, “Yazıyor! Haberleri yazıyor!” diye bağırarak, caddelerde koşarak, dünkü gittiğim yerlerde gazeteleri satmaya uğraşıyorum. Kar yağışının da devam etmesi yüzünden, gazetelerimin ıslanmamasına dikkat ediyorum.
Elimde on kadar gazete kaldı, bir türlü alan olmuyor. Milli Piyango gişesinin önünden kim geçse, “Akşam haberleri!” diye bağırmama karşın hiç kimse aldırmıyor bile. Oysa dün cinayeti yazıyor deyince merakla alıyorlardı. Ayaklarım da soğuktan dondu, ya kulaklarım, adeta buz kesti. Neyse ki saat gecenin onuna doğru satmaya muvaffak oldum. Bazı adamların acıdığından aldığını fark ediyorum.
Eve geldiğimde annem meraktan çatlamış. Benim gelmemle rahatladı. Lastik ayakkabının içinde buz kesen ayağımı çıkarıp evin içinde yanan maltıza tutunca, daha beter uyuşmaz mı! Halbuki ben bunu kaç sefer yaptığım ve de bildiğim halde, yine yaptım ve sızlattım ayaklarımı.
Sabahleyin Turanların gelip beni almalarıyla gittik çöplüğün oraya. Yine aynı ateşi yaktık, ekmeğimizi yiyoruz. Sabahleyin erken olduğundan, sobaların küllerinin tenekelerini bu saatlerde kapılarının önlerine koymazlarmış. Ancak saat sekizden sonra konurmuş, onun için bekliyor Turan ile Anton. Bense tedirginim. Yine bıçağım üzerimde, bu sefer kınını da attım. Palto gibi olan, gocuk tipi eski paltomun yan cebinde çıplak duruyor.
Bir de baktım, siyah pala bıyıklı iki adamın yanında, dün Dursun’la birlikte olan oğlanlar bize doğru geliyorlar. Turan’ın “Hadi kaçalım, bunlar bize geliyor” demesiyle, su borularının üzerinden Turan ile Anton fırlayınca, haliyle ben de peşlerinden fırladım. Onlar biraz uzakta olduklarından, koşturdularsa da bize yetişemezlerdi. Yalnız, tenekelerimiz orada kalmıştı. Apartmanların aralarından dolanıp çöplüğü görecek yere geldiğimizde, onların orada hem de bizim durduğumuz boruların orada oturduklarını görünce, bir anlam veremedik, ama bizi bekledikleri belliydi. Aaa, bir de baktık ki bizim kovaladığımız oğlanlar, kül tenekelerini döküyorlar. Birbirimize baktık. Kocaman adamların çöplüğe gelip oturarak bizim işimizi elimizden almaları, öyle zorumuza gitti ki, bir anda yirmi yaşında olmayı çok istedim. Şu çingene suratlı adamlara bak, utanmadan da çöplüğü bekliyorlar diyerek ne yapacağımızı düşünürken, birden evimde kömürüm olmadığı gibi, soğuktan küçük kız kardeşimin hastalanacağını hatırladım, içim kin ve nefretle dolarak.
Madem öyle, biz de onlara bırakmayalım. Kucaklarımıza taşı dolduralım, uzaktan onları taşa tutalım.
dedim. Anton ile Turan da kabul edince, bir alt sokakta çok olan okkalı taşlardan kucaklarımıza doldurup, onlara en yakın olan apartmanın köşesinden başladık taşları üzerlerine atmaya. Şaşırmak sırası onlara gelmiş olmalı ki, taşlardan kendilerini koruyacak yer arıyorlar. Tabii küfürlerle karışık olduğundan yine mahalleli pencerelere çıkmış, ateş püskürüyorlar.
Taşları atıyor, üzerimize gelecek gibi olunca, kaçıyoruz. Yeniden taşları kucağımıza doldurup bu sefer başka köşeden, üzerlerine atıyoruz. Bize yaramayanı biz de onlara yaratmayacağız, kararımız da kesin. Dün bize gelen polisler bugün de onlara gelmez mi! Onların polislerden haberleri olmadığından gelen polisler bunları alıp götürmezler mi! Ama bizim tenekeleri de ellerine verdiler tabii. Yolda polislere ne anlatıyorlarsa, ikide birde dönüp sağa sola bakıyorlar. Biz görünmemeye özen gösteriyoruz. Onlar gözden kaybolunca, Anton, “Teneke önemli değil. Ben bulurum” dedi ve birlikte Bentderesi’ne inip hurdacı olan yere gitti, üç tenekeyle geldi. Onları bir güzel taş ile düzeltip ip yerlerini deldi. İplerini de geçirince aynı bizim tenekeler gibi oldu.
Turan’ın, “Kamyonlara ve arabalara saldıracağız, başka çaremiz yok” demesine ben de içimden, başka hiçbir çaresi yok diye geçirdim. Şu iki üç gündür olan kavgalar, bende inanılmaz bir değişim yaparak, kendime daha bir ayrı güven geldi gibi bir şeyler hissetmeye başladım. Mücadele etmeden hiç kimsenin kimseye bir şey vermeyeceğini öğrenmenin haricinde yılmamayı da öğrenmiş oldum. Baksana, hemen de gitti ve tenekeleri buldu ve eskisi gibi yaptı. Turan da diyor ki arabalara saldıracağız. Oysa beni bir an ne yapacağız korkusu sarmıştı. Çünkü evimin bu kömürlere ihtiyacı var. Turan da Anton da mücadeleyi bırakmıyorlar. Onlar bırakmayınca ben neden bırakayım diye düşünüp yeniden bir umuda kapıldım ve ben de onlar gibi mücadele etmeliyim diye geçirdim içimden. Bu yüzden de kendimde bir yüreklenme hissettim.
Dün yağan karların caddelerde erimesinden oluşan yerler, çamur ve ıslak. Saatin de arabaların geçme saatine geldiğini söyleyen Anton ile birlikte geldik Konya sokağının oradaki yerimize. Çöplük yeri arkadaki apartmanların arkasında kaldığından bizi oradan kimse göremez. Çok geçmeden büyük bir kamyonun gelmekte olduğunu gören Turan pusuya yattı ve tam hizasına gelince fırlayıp kamyonun arkasına çıktı. Onun attığı kömürleri biz de hemen ellerimizdeki tenekelere toplayarak asfaltta aşağı doğru atılan kömürleri topluyoruz. Çünkü bu sefer büyük kamyon olduğu için epey atmıştı. Neredeyse iki teneke dolmak üzereydi. Yanımıza gelen Turan, “Böylesi kamyon her zaman geçmez. Onun için çok attım. Şimdi bir de elimizde küfe olsa onu da doldururuz, satarak birer teklik pay ederiz” deyince Anton, “Ben halin oradan bulurum” dedi ve fırlayıp gitti. Bu arada Turan geçmekte olan bir kamyonete fırladı. Ondan da yarım teneke kadar atmıştı ki farkına varan kamyoncunun durmasıyla hemen kaçıp apartmanın arkasına geçti. Ben de kamyoncu gittikten sonra yerlerden kömürleri topladım ve yerimize koydum. Çok geçmeden küfeyi çalıp getiren Anton, “İşte sana küfe” diyerek bir de kabardı ki değme gitsin.
Okuldan beri birbirimizi iyi tanıdığımızdan aramızda en ufak dahi uyuşmazlık olmadığı gibi hepimiz de elimizden gelen fedakârlığı yapmaktan kaçınmıyoruz. Bana karşı ikisinin de müsamahalı hareket ettiğini başından beri fark ediyorum. Çünkü onlar benden evvel bu işleri bildikleri gibi aramızda bir iki de yaş farkı var. Ama beni okulda da severlerdi.
Öğleye yakın küfeyi de doldurunca büyük bir iş yapmanın kıvancı ile ben bir solukta kendi tenekemi eve götürdüm. Kömür yerine yanmamış kömürü döktüğümü gören annemin, “Oğlum bunları nereden aldın” demesine aldırmadan, “Gelince anlatırım” diyerek bir solukta beni bekledikleri yere gittim. Sattığımız bir küfe kömürün parasını da aramızda pay edip, onlar evlerine ben de evimize gittim. Tabii anneme “Kömür taşıdım da oradan verdiler” diyerek yalan söyledim, başka türlü onu nasıl rahatlatacaktım.
...............
 


  KİTAPTAN ALINTILAR 3


Z
aten bu köylü çocukları yaptıkları suçları bile adaletsiz olduğundan birkaç tanesine yirmi seneden aşağı ceza dahi vermediler, çünkü bunlar pusu kurarak düşmanlarını öldürmüşler, yani kalleşçe. Bunun ismine de adam öldürdüm diyebiliyor1ar ve bununla da övünüyorlar. İçlerinde köyün merası yüzünden de adam öldürerek buraya düşmüş olanlar olduğu gibi kız kaçırmaktan veya hırsızlıktan yatanlar var içlerinde. Mesela müptezel Arif, Balalı Ramazan, Çubuklu Keloğlan da hırsızlıktan yatanlar arasında olma1arına rağmen hırsızlıktan düşmüş olan bir şehir çocuğunu nasıl kandırırız da, ırzına geçebiliriz diye çocuğun etrafında fır döndüklerini görüyorum.
Bizim çocukların anlatmasına göre bunlar burada en azından yedi sekiz çocuğun ırzına geçerek o çocukları çoğu zaman karı gibi kullandıkları yetmiyormuş gibi bir de diğer köylü çocuklarının bazılarına da peşkeş çektikleri de oluyormuş. Bu gibi manzaraları yeni geldiğim günlerde de gözlerimle görmem zaten bizi birbirimize yakınlaştırarak, birlik yapmadı mı.
Bizim birlik olmamızdan sonra şehir çocuklarına sahip çıkışımız ve her yeni düşen çocuğu da korumamız altına almamız, onların pis emellerini baltaladığı için her ne kadar bize düşman gibi bakıyorlarsa da bizlere bir şey diyemiyorlar. Yine de bozuk çocukların etrafında da dönmekten geri durmuyorlar. Tabii biz de boş durmayıp bozuk çocuklara gereken haberi veriyor onların ağına düşmemelerini tembihliyoruz.
Ayrıca gerek bizim grup gerekse Coş’un grubu tahtakaledeki gariban ve çaresiz çocuklara sigara gibi, yiyecek gibi konularda da karınca kaderince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ne de olsa koğuşta biz de hakimiyetimizi kurmuş vaziyetteyiz. Hiç olmazsa onlara kendimizi ezdirtmiyoruz. Tabii bu durumlara gelene kadarki zaman içinde, onların da gözünden hiçbir şey kaçmıyorsa da gerek bizlerin her hareketi kurallar çerçevesinde olduğu için açığımızı bulamıyorlarsa da esas onları korkutan meselenin idamlık Cevat dayının varlığı olduğunu da biliyoruz. Bu da onları gerginleştirdiği için her karşılaşmamızda bizlere düşman gibi bakıyorlar bu yüzden de her an en ufak bir olayda büyük bir arbede çıkacağı gün gibi aşikar. Buna da her iki tarafta hazır vaziyette olduğunun bilincinde nitekim de Satılmış Çaban isimli köylü çocuğunun banyoya her zaman çağırdığı çocuğu yine çağırması üzerine patlak veren duruma benim müdahale etmemle başlayan olayda iri kıyım olan Satılmış’ın bana aniden yumruk vurmasıyla pijamalı poposuna soktuğum yapma bıçak olayın patlamasına neden olunca yirmi kişiye yakın köylünün ellerinde değneklerle ayaklanarak üzerimize gelmelerine karşın, biz çocukların da ellerinde değnekler ile onlara karşılık vermeleri, koğuşta tamamıyla bir iç harp başlatmış oldu.
Her ne kadar onlar iri kıyım ise de bizim çocuklar da çevik olduğundan onlara dahi baskın çıkıyor, ayrıca gerek Atila’daki gerekse Mustafada’ki kesici alet ile de birkaçını vurmaları hele deli Coş’un ranza üzerinden narayı patlattıkça bir tahtayı birinin kafasına vurması benim de ranzaların altından geçerek şerefsiz Arif’in poposuna bir bıçak sokmanın haricinde bir de yüzünü kesmemle ortalığı bir yaygaradır kapladı: “Anam beni Çiçi vurdu ölüyorum” diye kendini boylu boyunca yere atması herkeste bir şaşkınlık yaratması üzerine köylülerin içinde de aklı başında olanlar araya girerek her iki tarafa ateşkes ilan ettirdi ise de zaten her an beklediğimiz kapı açılmasını duymamızla herkes ellerindeki sopaları ve de aletleri rastgele yerlere atmaya başladılar bile.
Her sabah koğuşun çift kanatlı demir kapısının açılırken çıkarttığı gürültü sanki bizi yataklarımızdan kaldıran bir işaretmiş gibi olur. O kapı tıkırtısını duymamızla cezaevinde gün başlıyor demektir. Bu seferki kapı açılmasının gecenin onu sularında hiç de hayra alame t olmadığını kavgaya iştirak eden herkes çok iyi biliyor. En önde başgardiyan Yaşar efendi, yanında da meşhur kurt köpeği olmakla birlikte arkasında da sekiz on kadar gardiyan, özel kesilmiş meşe ağacından değnekler ellerinde, Yaşar efendinin sağına ve soluna dizildiler. Her biri sanki can alacak Azraillermiş gibi, baş Azrail olan Yaşar efendinin emirlerini bekliyorlar. Koğuşun mesul müdürü olan ekipbaşı Dursun’u yanına çağıran Yaşar efendinin, kavganın nedenlerini ve kimler tarafından çıkarıldığını sorması üzerine, Dursun’un ilk gösterdiği kişi ben olmakla birlikte, sıra ile Atila’yı, Coş’u, Mustafa’yı ve Zeki’yi söylemesiyle, bizim bahçeye çıkmamız emredildi. Peşinden de, “Demek ekipbaşına karşı toplu isyan çıkartmak öyle mi” diyen elleri sopalı gardiyanların ortasından geçerken sırtlarımıza yediğimiz değnekler henüz başlangıç olduğunu hepimiz de çok iyi biliyoruz. Çünkü cezaevinin ne tür bir işkence yeri olduğunu bilmeyen mahkûm yok. Bizim, bahçenin bir kenarında beklemekteyken yaralıları götürdüklerini görmemizin ardından koğuşta bizim çocuklardan bize yakın kimler varsa hepsini de bahçeye çıkarttıklarını ve sıra halinde buraya dizmelerinden sonra, karşılarına geçen eli sopalı gardiyanların çocuklara emirle açtırdıkları avuçlarına değnekleri vurmaya başladılar bile. Canı yanan çocuklar, ellerini açmak istemeyince, bu sefer değnekler kafalarına, omuzlarına veya sırtlarına iniyordu. Manzara tamamıyla ürkütücüydü.
Bir film seyretmiştim, düşman askerleri fakir bir köyü basıyorlar, ellerindeki tüfek dipçikleri ile köylüyü dövüyorlar, maksatları köyün kahramanının nerede olduğunu söyletmeye dayanıyor. Şu anki manzara da bir noktada aynen o filmdeki olanlara benziyor. Her ne kadar bunların elindeki tüfek değil de değnekse ve bu gardiyanlar da düşman askeri değil de gardiyansa da aralarında şu an hiçbir fark yok. Onlar da karşısındaki kimselerin canlarını yakıyorlardı, bunlar da aynen onlar gibi karşısındaki çocukların canlarını yakıyorlarsa, bir noktada bu gardiyanlar da biz şehir çocuklarının düşmanıdırlar. Çoğu zaman bu gardiyanlar, bu koğuşa gelerek, öğle yemeklerini dahi burada, yemiş kişiler olduğu gibi, bunların da köylü kimseler oldukları her hallerinden belli oluyor. Bu yüzden de köylüler dururken bizleri tutacak halleri yok ki. Cezaevine yeni girmiş gardiyanlar ilk acemiliklerini bu koğuşta geçirirler. Bu süre içinde de onların en iyi dostları köylülerdir. Bu yüzden de aralarında her zaman manevi bir bağ vardır. İşte o manevi bağın karşılığını verme zamanı gelmiş olduğundan bahçedeki çocuklara kıyasıya değnekler ile girişmiş olan gardiyanlar
çocukların feryatlarına dahi aldırmadan vicdanları dahi titremeden öyle kötü vuruyorlar ki suçlu suçsuz ayırt etme yapmadan ne kadar şehir çocuğu varsa hepisini birden sıradan geçiriyorlar. İşin enteresan tarafı da koğuşun içinde kalan köylü çocukları da pencerelerden bu manzarayı seyrediyorlar, oysa esas suçluların onların arasında olduğunu kime anlatabiliriz ki. Neyse ki baş Azrailden emir çıktı da çocukların işkence vakitleri dolmuş olmasıyla canlarının acısından oflayarak ağlayan çocukları koğuşa sokmalarından sonra, baş suçlu olan bizleri, aşağıya götürüyorlar.
Getirildiğimiz Müdüriyet binasının ikinci katındaki tuvalete kapatılan biz beş arkadaş, burada göreceğimiz işkence anlarını beklemeye koyulduk, bu manzaraları gördükten ve yaşadıktan sonra bundan üç dört yıl evvel Bentderesi’ndeki köprü başında olan kahvenin önüne bir sandalye koyarak, üzerine çıkıp yoldan geçen insanlara seslenen ve de onlara “Hey ahali, oylarınızı kırata verin ki sizin haklarınızı arasın, çalıştığınız emek hakkınızı, size fazlasıyla versin, sizi jandarma dipçiğinden ve polis copundan kurtarsın” diyen kabadayı Topal Ziya’nın vaazlarını şu an hatırlasana nereden aklıma geldi ise “Bir gün demokrasi gelecek, sizler de haklarınızı özgürce arayabileceksiniz. O günlere kavuşmak istiyorsanız oylarınızı Demokrat Parti’ye vermeyi ihmal etmeyin” gibi sözleri hâlâ kulaklarımda. Beni bile el ilanları dağıtmak için az mı koşturmuşlardı.
Evet gerçekten de Demokrat Parti, ikdidara gelmişti ama bizler için ne değiştiğini ben bilemiyordum. Bildiğim  bir şey varsa o da şu an bizlere ne gibi bir işkence yapacaklarıydı.
Tuvaletin kapısının açılmasıyla Çiçi kimse gelsin demeleri üzerine kapıdan çıkmamla omzumdan tutularak, halka olmuş gardiyanların ortasına bir çuvalmışım gibi fırlatıldım.
Hemen ayak bileklerime saldıran iki gardiyan, ayaklarım havaya sırtım da beton zemine yapıştı bile, bir saniye içinde falakayı ayaklarıma geçirerek sopaya hazır hale getirişlerini içimden takdir etmeden yapamadım. Zira bunların, falaka takmakta İkinci Şube’den daha usta olduklarını görmem benden tam not almalarına vesile oldu. Hızlı değnek vurmaları da ile İkinci Şube’den daha ustaydı, sanki demirci yanında çalışmışlar gibi karşılıklı sıra ile öyle ustalıklı değnekleri vuruyorlar ki, değnekler ayaklarımın altında çarpışıyor. Sanki ateşte kızartılmış demire şekil vermek için, dövülen kızarmış demire balyoz sallıyorlarmışcasına, öyle ustalıklı vuruyorlar ki değnekleri, canım müthiş acıyor, bağırmak istiyorum, bir türlü bağıramıyorum, çünkü göğsüme oturarak, benim değnekleri yedikçe can acısından hareket yapmam önleyerek ayaklarımı düzgün tutmakla görevli gardiyan, acemi midir nedir göğsüme oturduğu için nefes almama mani oluyor, bu yüzden de ne bağırabiliyorum ne de yeterince nefes alabiliyorum. Öyle bir duruma geldim ki değneklerin acısını unuttum da nefes alma derdine düştüm, işin tuhafı kollarımı da yanlardan ayakları ile sıkıştırmış olduğundan en ufak hareket edecek durumda değilim. Neredeyse boğulmak üzere olduğunu hissetmemle birlikte can havliyle kollarımı kurtarmaya muvaffaku olmamla birlikte yine can havliyle göğsümdeki gardiyanı öyle bir itekleyişim vardı ki kendisi ile birlikte değnekleri vuranlar da şaşırdı bu işe. Ancak “boğuluyorum” diyebilmişim, onlar da vaziyeti anlamış olmalılar ki alelacele ayaklarımdan falakayı çıkartarak beni koridorun boş tarafına gönderdiler. Yavaş yavaş da gezinmem için başıma bir gardiyan verdiler. Eli değnekli gardiyan biraz duracak olsam, hemen kıçıma değneyi yapıştırıveriyor. Oysa bu gezinmek öyle can yakıyor ki falakadan sonra sanki yeniden dövülüyormuş gibi oluyor insan. Bu yüzden de yürümeyi yavaşlatıyorum, çünkü aynı benim kalktığın yere yatırılmış olan Atila’nın dayak yiyişini görmek istemiyorum. Çünkü bu yürekli arkadaşların böyle durumlara düşmesine, bir noktada ben sebep olduğumdan dolayı kendimi suçlu gibi görüyorum.
Benim yürümekte ağırdan aldığımı gören kısa boylu Kürt şiveli Karslı gardiyan, “Anlaşıldı sen böyle yürümeyeceksin” demesiyle birden omuzlarlarımdan tutarak, sanki eşek sırtına biniyormuşçasına sırtıma binmez mi! Böylesini ilk defa gördüğün için öyle zoruma gitti ki canımı dişime takıp, merdiven başına kadar onu sırtımda taşıyabildim. Tam merdivenin başına geldiğimde zaten Atila’nın bağırtısı da canımı sıkmasıyla birden ,”Yeter ulan bizler gavur muyuz diyerek” sırtımdaki gardiyanla birlikte kendimi merdivenlerden aşağı attım. Atarken de gardiyanı alta düşürecek şekilde attım ki, bir yeri kırılırsa da onun ki kırılsın, ben onun üstüne düşüyüm de benim bir yerim kırılmasın düşüncesiyle, gayet ustalıklı o alta ben onun üstüne düşmüş olmakla birlikte yarı numara yarı gerçek birkaç basamak yuvarlandıktan sonra merdiven düzlüğünde “Anam belim” diye kıvranmaya başladım. Gardiyanın feryadı beni bastırdığından, Atila’yı dövenler de gardiyanın yardımına geldiler. Onların gelmesiyle yerinden kalkmak isteyen gardiyan bana küfürler ederek, “Mahsustan attı beni sırtından” diye bana kızıyordu. O ara odasından çıkmış ve durumu kavramış olan başgardiyan Yaşar efendi, “Onun ne canı var da bir de sırtına biniyorsun! Götürün onu da revire gösterin bakalım bir yeri kırık çıkık mı, burdaki çocukları da götürün zindana, şayet onun da bir şeyi yoksa onu da atın zindana, yarın konuşuruz onlarla” demesi üzerine, ben içimden bu işin tuttuğuna seviniyorum, çünkü diğer arkadaşları sopadan kurtarmış oluyordum. Revire giderken de her ne kadar topallıyorsam da kendimi yokladığımda herhangi bir yerimde kırık çıkık olmadığını biliyorum. Yalnız ayaklarımın altı müthiş acıyor.
Revire bakan mahkûm sıhhiyecinin beni öylesine bir muayene ettikten sonra bana manalı bir bakışla, “Başın belada ise seni burada alıkorum” demesi adeta midemi bulandırmış olduğundan “Ben arkadaşlarımın yanına gideceğim” demem üzerine verdiği iki aspirini içip gardiyan nezaretinde zindan denen yere getirildim. Arkadaşlarımın kapatıldığı hücreye beni de attılar. Zifiri karanlıkta her birimiz bir kenara oturup onların sigara içmeleri sürerken, ben de beton zemin üzerine ayakkabımın tekini kalçamın altına koyup diğer tekini de yastık gibi kullanarak, kendimi uykuya bıraktım çünkü vücudum çok yorulmuştu. Gözlerimden uyku akıyordu, Atila’nın da beni taklit etmesi üzerine, “Atila sırtını bana dayarsan, her ikimiz de üşümeyiz”demem, onun da hoşuna gitmiş olmalı ki, aynen de öyle yapmasıyla gerçekten sırtlarımız birbirinizi ısıtıyordu. Mecburen arkadaşlar da kendilerine göre bir yatış stili yaratarak beton zemine kendilerini bırakıp uyumaya dalmış olmalılar. Çünkü ben bunca sopa ve mücadeleden sonra öyle güzel bir uyku çekmişim ki gözlerimi açtığımda bulunmuş olduğumuz hücrenin ufacık hava deliğinden sızan gün ışığını görünce sabahın bu kadar çabuk oluşuna şaşırdım. Ne de güzel uyumuşum onca sopaların üzerine. Aynen böyle tatlı bir uyku da Köprübaşı karakolunda uyumuş olduğumu hatırladım. Her nedense iyi bir sopadan sonra öyle bir tatlı uyunuyor ki, zemin beton olsa dahi.
Hücrenin köşesindeki tuvalete ufak bir su dökdükten sonra, tekrar yatıp uyumak istediysem de, bunun mümkün olamayacağını anlamamla, tekrar kalktım. Arkadaşlar hâlâ uyuyorlardı.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama, dış kapının açılmasını duymam üzerine, arkadaşları kaldırdım. Az aradan sonra da bizim hücrenin kapısı açıldı. Kapının açılmasıyla kapıda Cevat dayı ile uzun boylu inceden bir abi daha vardı gardiyan onların yanında hazırolda duruyordu. Bizler de onları görmemizle, saygılı bir şekilde, başlarımız yere doğru eğik, yarı utanma duygusu yarı da kendisine olan saygılarımızdan olsa gerek öylece duruyoruz. Cevat dayı, şöyle bir içeriye göz attıktan sonra, gardiyana dönerek, “Nerede ulan bu çocukların yatakları, yoksa bu geceyi betonun üzerindeki geçirdiler” deyince, gardiyan sus pus olmuşcasına sesini çıkartamayınca sessizce bizleri tetkik eden ince uzun boylu, abinin, “Cevat Allah bunlara fırsat vermesin. Olan olmuş yalnız, kavganın sebebi nedir, onu bilelim ki bunlar koğuşlarına gittikleri zaman yeniden kavga yapmalarını önleyelim” dedi. Cevat dayının yanındaki bu abinin Çerkez Mustafa olduğunu anlamamla gıyabında ona
olan hayranlığı, kendisini görmemle sevgi ve saygıya dönüştü.
Kavganın sebeplerini de anlatmak bana düşüyor olduğundan, onlara hitaben:
Çocuk koğuşunda çok kötü ahlaksızlıklar oluyordu. Koğuşu yeni düşmüş olan saf şehir çocuklarının köylüler tarafından ırzlarına geçiliyordu. Nerdeyse çocukları karı gibi kullanmak istiyorlardı.
Şaşkınlıktan birbirlerinin yüzüne bakan Cevat dayı ile Mustafa abi bana hitaben:
Sen neler söylüyorsun?
Evet abi, ben doğruları söylüyorum. İşte arkadaşlarma da sorabilirsiniz.
Evet abi Çiçi arkadaşımız gerçeklerden bahsediyor. Bu durumlara dayanamadığımız için, bizim de şehir çocuklarına sahip çıkmamızdan rahatsız olan köylü çocukları topluca üzerimize değnekler ile saldırdı. Biz de kendimizi korunak istedik.
Peki bu olanları başgardiyan Yaşar efendiye anlatmadınız mı?
Anlatmaya fırsat vermediler ki. Kavganın neticesinde koğuşa geldiler, ne kadar arkadaşımız ve şehir çocuğu varsa sıradan sopa ile giriştiler. Bizi de elebaşı diye aşağı getirip falakadan geçirdiler. Sonradan da buraya kapattılar.
Cevat dayı ile Mustafa abi sinirden neredeyse titriyorlardı.
Çocuk koğuşu diye ilgi göstertmediğimiz yerde neler oluyormuş da haberimiz olmuyor Mustafa bizim esas dikkat etmemiz gereken yer demek ki çocuk koğuşu olmalıymış.
Gardiyana dönen Mustafa abi:
Dinledin değil mi konuşulanları? Bu çocuklar yarının yiğit birer delikanlılarıdırlar. Öyle olmasalar koğuşta olan ahlaksızlıklara göz yumarak boş verirlerdi. Ama bunlar öyle yapmayıp ahlaksızlıklara karşı çıkarak, bu yaşta haksızlıklara karşı çıktılar. Sen şimdi bu çocukları alıp doğru koğuşlarına götür, biz de başgardiyan Yaşar efendinin yanına gidelim de, anlatalım bu olanları.
Bizi hücreden çıkartarak koğuşlarımıza getirdiler. Bizi sapasağlam karşılarında gören gerek bizim arkadaşlar gerekse şehir çocukları adeta bayram yapıyorlardı. Bizi birer kahramanmışız gibi karşılamaları bayağı hoşuma gitti. Fakat bizlerin geldiğine sevinmeyen ve bizi görmeleriyle suratları asılan kimseler de vardı haliyle, onlar da köylü çocukları idi. Aslında onlara çocuk da denmezdi ama nüfus kağıtlarındaki yaşlarının küçük olması nedeniyle onları kanunen buraya kapatıyorlardı. İçlerinde, değil onsekiz yaşını doldurmamış olmak, yirmi yaşında olanlar dahi vardı. Ama nüfus kağıtları onsekizinden küçük gösterdiği için burada yatıyorlardı.
Havanın güllük gülistanlık olması üzerine bahçenin güneş vuran köşesine battaniyeleri ve yastıkları getiren arkadaşlar ile hep birlikte oturup çaylarımızı içiyoruz. Bir yandan da geceki kavgadan bahsediliyor. Şu şöyle vurdu, ben şunu yaptım, falan bunu yaptı, fişmekan böyle çaktı gibilerinden boş laflar beni sıktığı için, “Bırakın geçmişteki kavgayı da bundan sonra olacaklara bakalım” diyerek konuşmacıları susturmuştum ki bahçe kapısının açılması üzerine içeriye giren baş gardiyanın yanındaki Cevat dayı ile otuz yaşını geçmeyen sırım gibi Çerkez Mustafa abinin girişi ile hemen yerimizden kalkarak onlara doğru yürüdük. Yanlarına geldiğimizde de gerek ben gerekse Atila ve Mustafa da hoş geldiniz demeyi ihmal etmedik.
Ekipbaşı ile dört yardımcısını yanına çağırtan başgardiyan Yaşar efendi onlara:
Bakın çocuklar, geçmişi kurcalamayacığım. Ama bundan sonra, burada bir tek çocuğa yanlış bir durum olursa bunun mesulü olarak sizlerin yakasına yapışacağım ona göre. Burada görevini yerine getir.
Ben sana gerekeni konuşmuştum ama seni bu sefer başefendiye bağışlıyorum.
diyen Cevat dayının konuşmasından sonra söz alan Mustafa abi:
Bak delikanlı, sen bunların başında bir ağabeysin, yaşın da bunu gösteriyor. Ayrıca cezaevi idaresi de seni layık görmüş ki sana bu görevi vermiş. Senin görevin, hiç kimseyi ayırmadan kardeşâne bir şekilde yönetmektir. Ama bunun böyle olmadığını duyduğumda inan bizler çok üzüldük. Her türlü adiliği yapanlar koğuşta kaldı, bu adiliklere karşı çıkan delikanlılar göz göre göre ezildi. Bu da senin işgüzarlığından kaynaklandı. Bundan sonra ayağını denk al, hak ve adaletten ayrılma. Etrafındaki arkadaşlarının çirkinliklerine sakın göz yumma. Bunun cezasını sen çekersin. Bizler buralarda olan çirkin olaylara göz yumarsak, insanlığımızın hiçbir değeri kalmaz. Bu dört duvar içinde yatan bir sürü kimseler de çirkin adamların elinde kalırlar. İşte o zaman da ne insanlığın bir değeri kalır ne de düzenin adaleti kalır. İyi bir delikanlı etrafındaki çirkinliklere meydan vermeyendir. Sanırm konuşmalarıızdan bir şeyler kapmışsındır. Daha fazla konuşmaya da gerek görmüyorum. Cümleten Allahaısmarladık diyerek gidiyoruz, hoşçakalın.
 
 
...............